13 Aralık 2007 Perşembe

sebastian bach'ın bir numaralı do minör konçertosu

Sooooon derece diyalog zorluğu çektiğim arkadaşım sayılabilemez bir arkadaşımla yaşadığımız kısa bir diyalog sonunda kendisi beni bu şiirle ekrana yapıştırdı. Tam olarak hatırlamıyorum ama galiba "hayat benim için durmuş gibi" gibi bi laf etmiştim. Ben şiir sevmem artık bundan utanmamayı da öğrendim. Ama bu gerçekten paylaşılası... Bilenler vardır elbet, bilenler bilmeyenlere anlatsın böyle şeyleri de hayatlarımız şenlensin..



güz sabahı üzüm bağında

sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı,

kütüklerde salkımların,

salkımlarda tanelerin,

tanelerde aydınlığın.

geceleyin çok büyük, çok beyaz bir evde

her birinde ayrı ışık

pencerelerin tekrarı.



yağan bütün yağmurların tekrarı,

toprağa, ağaca, denize,

elime, yüzüme, gözüme,

ve camda ezilen damlalar.



günlerimin tekrarı,

birbirine benzeyen,

benzemeyen günlerimin.



örülen örgüdeki tekrar,

yıldızlı gökyüzündeki tekrar,

ve bütün dillerde "seviyorum"un tekrarı,

ve yapraklarda ağacın tekrarı,

ve her ölüm döşeğinde acısı tez biten yaşamanın.



yağan kardaki tekrar,

incecikten yağan karda, lapa lapa yağan karda,

buram buram yağan karda,

esen tipide savrularak

ve yolumu kesen kardaki tekrar.



çocuklar koşuyor avluda,

avluda koşuyor çocuklar.

ihtiyar bir kadın geçiyor sokaktan,

sokaktan ihtiyar bir kadın geçiyor,

geçiyor sokaktan ihtiyar bir kadın.



geceleyin çok büyük,

çok beyaz evde

her birinde ayrı ışık

pencerelerin tekrarı.



salkımlarda tanelerin,

tanelerde aydınlığın.

yürümek iyiye, haklıya, doğruya

dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun

zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu.



sessiz gözyaşın ve gülümsemen, gülüm,

hıçkırıkların ve kahkahan, gülüm,

pırıl pırıl beyaz dişli kahkahanın tekrarı.



güz sabahı üzüm bağında

sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı

kütüklerde salkımların

salkımlarda tanelerin

tanelerde aydınlığın

aydınlıkta yüreğimin.



tekrardaki mucize gülüm ,

tekrarın tekrarsızlığı ...

27 Kasım 2007 Salı

Hakkaten ya, nasıl götürmüşler koskoca tapınağı???


Ben aslında kendimi hiçbir zaman uyku problemi olan bir insan olarak tanımlamadım. Başka başka bazıları anne baba cinsi özellikle tam tersini düşünse de... Geç yatmayı severim çünkü yalnızlığı severim. Bunu da bir problem olarak görmüyorum. Çocukluğuma mı dönmem gerekir bilmiyorum ki. Eğer deşelersek şunu söyleyebilirim: Benim annem kısıtlayıcı bir anne olmadı hiçbir zaman. (İyi mi, kötü mü hala anlayamıyorum) Şu saatte yatılacak, bu saatte kalkılacak, sütünü içtin mi, çikolata yeme... gibi şeyler duymadım çocukken. Uyku disiplinsizliği oradan kaynaklanıyor olabilir. Daha sonra ilk hatırladığım uzun geceler "Gece Kuşu"na denk geliyor galiba. Okan Bayülgen fanatikliği+uykusuz geceler ortaokul yıllarına denk geliyor yani. Lise yıllarında da arkadaşlarla kalmalar, içmeler, gizli gizli sigara içmeler hep herkesin yataklarına çekilmesini bekledi tabi. Lise son "ya anne ben sadece gece çalışabiliyorum" safhası. Sonra üniversite. Zaten bende iplerin koptuğu dönem. Düzenle, disiplinle aramdaki son köprülerin de yıkıldığı dönem. Okulu sevmeyen, okula gitmeyen, nasıl 4 senede mezun olabilidiğini bi türlü anlayamayan ben. 1 haftada bitirme projesi hazırlayıp 90 alıp mezun olan ben. Bu durumda okula olan saygısının son kırıntılarını da harcayan ben. Kendini üniversite mezunu saymakta zorluk çeken ben.


Yani demek istediğim ben geç yatarım. Geç kalkarım. Ama son bir haftadır falan benim "kendimce" düzenim bozuldu. Uyuyamıyorum. Gözümden uyku akıyor ama uyuyamıyorum. Garajın kapısının sesi, Bahadır'ın nefes sesleri, eve hapsolmuş bi türlü ölemeyen bi sinek gecelerimi kabusa çeviriyor.






Kendi kendime saçma sapan inatlaşan bi insan olduğum için dün dedim ki bugün üstüme gelmeyeceğim. Uyumaya çalışmayacağım. Bayılıncaya kadar kitap okuyacağım. Zaten önceki gün Elif Şafak'ın "Siyah Süt" kitabını almıştım ve içine düşmek için fırsat kolluyordum. Fırsat kollamak değil aslında ya, "hadi başlıyoruz" dememi bekliyordum diyelim. Bire doğru yatağımıza kurulduk, acayip hevesle kitabın taptaze kapağını açtım, ki çok keyif aldığım birşeydir. Yeni kitap kapağı, yeni kitap kokusu, yeni kitaba ayraç seçme heyecanı... Okumaya giriştim ki canım kocam sevimli ötesi şey dürtüklemelerine başladı. (Seksüel malzeme çıkmaz bu yazıdan heveslenmeyin.) Kendisi "story of art" okuyorlardı yanımda. 5 dakikada bir "mısır'a gitmemiz lazım", "koskoca Artemis'i nasıl da götürmüşler di mi?", "eskiden sokaklarda sepette meyveler dururmuş", "adamın işi gücü yokmuş tavşan çizmiş" gibi sanatsal "yor"umlarıyla beni "yor"du. "Hayatımın erkeği uzun süredir hiç bu kadar hevesle bir kitap almadım elime, 2 dakka dur" diyemedim. Onun yerine hıhı, evet, hihihi, tabi tabi gibi geçiştirme cümleleri kurdum ama hevesi pek kırılmadı uykusu gelinceye kadar. Kitabı bıraktıktan 10 saniye sonra derin derin uykulara daldı tabi. Ve ben Elif Şafak okumaktan zevk alan bir insan olarak zevkli zevkli kitabımı okudum. 1 saati falan geçti sanırım, hem uyanık olup hem de 1 saatten fazla sigara içmemek olmaz tabi. Oturma odasına geçtim. Biraz da orada okudum 5-6 sigara hüpleterek. Ve dadannn!! uykum geldi. Yat uyu kardeşim. Saatlerimiz sekizi gösterinceye kadar "yat, dön dön, kalk, sigara iç, en saçma tekrar programlarını seyret, yat, dön dön, kalk" döngüsünü yaşadık. Bu arada Bahadır'ın kılının kıpırdamaması iyice sinirlerimi bozdu tabi.


Madem erken kalkamıyorum o zaman yatmam ben de. Zavallı kahvaltı yüzü göremeyen kocacığıma kahvaltı hazırladım. Bugünün karı (a'nın üzerinde şapka var) da o oldu.


Sonuç olarak bugünün amacı akşama kadar kasıp mantıklı bir saatte yatıp mantıklı bir saatte kalkmak. Çok acıklı ya.. Her zamanki halim. Alınan binlerce kararlar, uyulmayan binlerce kararlarlarlar...

13 Kasım 2007 Salı

Defol git ya....

Sanırım havalarla alakalı birşey ama yok değil... Biz az biraz tilki, zeytin, ot, doğa, böcek, kurbağa bir ortamda yaşadığımızdan genel olarak çok mutluyuz ama bu aralar heryer sinek. Öyle normal sinek de değil. Uyuz sinek, iğrenç sinek, korkusuz, yapışık sinek... Gelip burnunuzun ucuna konan el kol sallamalara aldırmayan yerinden kıpırdamayan sinek... Uçan sineğe yumruk atmak zor birşey değilmiş onlar sayesinde anladık. Evin içinde sinek ilacıyla geziyorum. ÇOK DARALDIM YAAAA...



maybe happiness is something that we can only pursue...

En son yazdığım yazı ne kadar kötü olmuş. Ne demek istediğimi ben bile anlamadım. Türkmax'ta Atatürkcüğümün cenaze törenini izlemiştim. Galata köprüsü toprak yol sanki. Bi acayip olup coşup kabarıp saçmalayıvermişim. İyi birşeyler demek istemişim ama diyememişim. Neyse düzeltme yapabiliyor olsaydım yapardım. Ama beceremiyorum. Bir keresinde bir yazıyı düzelteyim dedim. 3 kere değiştirip yine ilk versiyonu koydum. Bu da böyle kalsın.
Gelelim beni bilgisayarın başına oturtan meseleye. Annem çocukluğumuzdan beri bize hep "İstemekten korkmayın, gerçekten istediğiniz herşey birgün mutlaka gerçekleşir." der. 3-4 yaşındayken bile beni oturtup saçma sapan konuştururmuş. Anlatırmışım işte "villam olacak, hizmetçim olacak". Hayal gücü çok geniş bir çocuk değilmişim sanırsam. Canım abim anlatırmış "yanyana villalarımız olacak, köpeklerimiz olacak, benim köpeğim senin köpeğini ısıracak":) Erkek çocuğu işte... Ben de oturur ağlarmışım. (Kız çocuğu işte...) Şimdi bu mesele yeni trend. (secret meseleleri)
Eveeeet, şimdi istiyorsunuz oluyor. Çocukken beynime kazınmış işte. Ben bunun gerçekten böyle olduğuna inanıyorum. Ama "gerçekten istemek" o kadar da kolay birşey değil. For example ben, isteme problemim var. Azla yetinmekten hiçbir şey isteyemiyorum. Hırs, gaza gelmek bünyeden alınmış. Ben iyiyim ama birşeyler eksik farkındayım. Bunun farkında olmam için "Pursuit of happyness" ve "Rocky Balboa"yı bir gün arayla seyretmem gerekmiyordu ama coşku seli bu filmler beni bilgisayar başına oturttu.
Rocky benim, benim kuşağımın, abimin, abimin kuşağının, babamın, babamın kuşağının kahramanı. Hırs manyağı, iyi kalpli, mütevazi Rocky'miz o bizim. Sevgi dolu, aşık boksör. Çocukluğumdan bir hatıra diyeceğim (Rocky 4 benim sinemada seyrettiğim ilk film, Allattin'in uyduruk bir çizgi filmine gitmiştim 4-5 yaşlarında ama o sayılmaz.) ama tam olarak o da değil. Ben çocukken aramızda olmayanlar da bu adamı sever bence. Naif adam, al içine sok. 50 küsür yaşındaki Rocky'i ringde seyrederken, yerimizde duramadık. Dolduk, taştık. Çok bi keyiflendik. İstersen olur, orası tamam, ama bu mesele ikinci planda kaldı. Biz Rocky'i çooooook seviyoruz. Mahallemizin abisi...
Pursuit of happyness ise apayrı bi mesele. Filmi seyrederken hiç durmadan "içim kurudu" deyip durdum. Kendimi ifade edecek şey bulamadım. "İçim kurudu" ne demek ki:) Ama içim kurudu işte... Hiç durmadan ağlamam ayrı birşey onu kastetmedim ama. Boğazım düğümlenmedi heryerim düğüm düğüm oldu tıkandım, abarttım biliyorum ama çoooook etkilendim. Zorlukların karşısında bu kadar dik bir duruş, böyle bir motivasyon bana çooook uzak. Tanrısal:) Will Smith yaratığına da kocaman bir sempati oluştu içimde, elimde değil. Anlatılmaz seyredilir, seyrettirilir...
Hani derler ya özellikle kadınlar kendilerinde birşeyler buldukları kitapları, filmleri çok severler. Ben kendimden hiçbirşey!! bulamadığım bu iki filmi çok sevdim. Ders çıkardım mı?? Hayır. Ben adam olur muyum?? Zor...

10 Kasım 2007 Cumartesi

vızıldamalar...




Bu yaşadığımız günlerde, bu yıllarda Atatürk'ü eleştirmek ne kadar kolay. Benim canım da eleştirmek istese (bu kıt bilgilerimle) neler çıkarırım şimdi. "Atatürkçülük çağ dışı kaldı" demek ne kadar kolay. Dünya hızla değişiyor, ona adapte olmalıyız... Biiiz hepimiz tam uyum sağladık ya değişen dünyaya, vır vır konuşabiliriz... Hepimizin elinde son model cep telefonları var ya... İnternetle bütün dünya elimizin altında ya... Atatürk mü kaldı??!!




Geçen günlerde Youtube'da bir belgesel parçacığı seyrettim. Diyarbakır'da bir meydan, ışıklarla yazmışlar: Ne mutlu Türküm diyene... Birkaç kürt genç belgeselci ufak beyine hararetle anlatıyorlar. Ne demekmiş efendim ne mutlu türküm diyene, hassas yürekleri inciniyormuş, bu yazıdan hiç hoşlanmıyorlarmış, çok rahatsızmışmışmışlar... Hassas yürekleri gerçekten inciniyor olabilir ama bunun suçlusunun Atatürk ya da o çok önemli söz olmadığı kesin... Yıllardır güya çoook vatansever olan amcaların bu sözü kullanış şekli ve güya çooook milliyetçi olan anne babalarının bu sözü o çocukların gözüne sokuş şekli. Ben bu sözü gördüğüm zaman şişinip şişinip "Aman ya iyi ki de türküm, allah korusun kürt olsaydım, arap olsaydım, ingiliz olsaydım ne yapardım yahu??" mu diyorum. Ben bu sözle ülkemin ümmetler üstü bir yere taşınmasını kutluyorum, insanlarımın en hassas din duygularının kullanılarak köleleştirilmemesini kutluyorum, bir kuldan öte bir vatandaş haline geçmemizi kutluyorum... Bir Türk dünyaya bedeldir, 1/2 japon üç fransıza eşittir, 4 meksikalı bir amerikalıyı çok rahat döver değil mesele. Zor zamanlarda yepyeni bir düzen kurulurken "Türk (vatandaş olmak asıl mesele bence) olmak insanlara sunulmuş "lüks" bir seçenektir. Ulus devlet bazı kulaklara incitici gelse de o geçiş süreci için en iyi seçenektir bence.




Eleştirmek, karalamak en kolay şey. Ben anlamaya çalışıyor ve yakışıklı Atatürk'ümü sımsıcak kucaklıyorum...






6 Kasım 2007 Salı

Dandini dandini meseleler...

Ben ,2 yılı aşkın süredir evli bir insan olarak, artık çocuk yapmayı düşünmeliymişim. Bu bizim çocuk meselesinin en basit ve kibar tanımlaması. Bu çooook çoook önemli mesele hakkındaki yorumlar muhtelif. Bazı sabırsız anneler "ben doğurayım bari"ye kadar ilerletebiliyor işi. Bir arkadaşım evliliğinin 4. senesinde insanların "çocukları olmuyor", "koca kişisi boşanmayı düşünüyormuş zaten" dedikodularından gözyaşlarıyla bahsetmişti. Çünkü insanların 4 yıl evli kalıp da çocuk yapmamak gibi bir tercihi olamaz!!! Al sana mahalle baskısı... "Sizin çocuk dershanede kaçıncı oldu?"dan başlar, "Hangi üniversitede?", "Eee, üniversite bitti, evlenmiyor mu? Arkadaşı var mı?","Kaç senedir geziyor o çocukla?" diye devam eder. Evlenip de huzura kavuşmak tabi ki de mümkün değil. Ama her geçen gün kızlarımızın üstünde artan bu yük evlilikle hafifler biraz. Evlenince de iki nefes alıp çocuk yapıp, bır bır konuşan kalabalığa karışmanız beklenir. Kendinizi bunlardan uzak tutmaya çalışabilirsiniz, bazen çok yorucu olur ama olur yani. Eleştirilere karşı sağlam durup kötü gelin olma pahasına kayınvalidenizin günlerine katılmayabilirsiniz. Benim birçok arkadaşlarımın bunlarla hiç alakası yok. Ama inanın ben çoğunluktan bahsediyorum, büyüüüük bir çoğunluk...



Ben aslında çocuk sever bir insanım. Şu anda 17 yaşında olan kardeşimi kucağıma aldığımda daha 11 yaşındaydım ama şimşekler çakmıştı. Birgün anne olacağımı o zaman anlamıştım galiba. Şu anda 20 aylık olan yeğenim bana hala gerçek değilmiş gibi geliyor. İnsanın sevme kapasitesi beklediğinden çok fazla olabiliyor. "Arzu ve Aslı" benim için "senin için canımı bile veririm"in anlam bulmuş hali. Onlardan bile daha çok sevebileceğim birine sahip olma fikri süper ama mantık dışı. Uzak... Ben şu anda birini o kadar sevebilecek güce sahip miyim? Kendini bu kadar didikleyen bir insan nasıl bir anne olabilir? O çocuğun beynini didik didik bitirmez mi? Ben nasıl bir rol model olabilirim ki? Aslında ben bu soruları kendime soracak kadar bile çocuk sahibi olma fikrine yakın hissetmiyorum kendimi. Olamaz mı??? Asıl derdim bu..

5 Kasım 2007 Pazartesi

Önemli olan kullanmak değil sahip olmak...


Vintage biscuit'i okumayı çok seviyorum. Kedi sevgisini %100 paylaşmakla birlikte etrafımda böyle bir insan olmasını istemezdim ama bir yerlerde böyle bir insanın olduğunu bilmek güzel. Genel hatlarıyla nefis bir insan ama benden uzak olsun. Benim sevme şekillerimden biri de bu. Perihan Mağden, vintage biscuit, kocacığımın eski sevgilisi, Aysel Gürel... Sizi çooook seviyorum, uzaktan!! Bütün bu lüzumsuz laflardan sonra asıl söylemek istediğim: vintage biscuit ve birçok blog yazarının çektiği ayakkabı resimlerine bayılıyorum, özendim ben de çektim... Offf ya bi saattir bunu söylemeye çalışıyorum...



Topuklu ayakkabılarla yürümeyi beceremeyen "ben the kadın müsveddesi" öle bayıla aldığım bu ayakkabının topuğunu ilk giydiğim gün anormal bir şekilde çizerek derin bir hüzne gark!! oldum sevgili okur. İkinci bir kere giyme ihtimalim zaten çok düşük olan bu ayakkabı da hevesle alınıp giyilmeyenler dolabında yerini almış oldu. Yaşasın Converse!!!!

22 Ekim 2007 Pazartesi

karamsar...

Ben çok büyük bir paranoyağım.

Son genel seçimlerde ve öncesinde tabi ki; herkesin vatan millet bayrak aşkını takdir etmeye çalışsam da, ben kaptıramadım kendimi o rüzgara. (Zübeyde Hanım'ın resmi olan "anamızı da aldık geldik" pankartını görünce gözyaşlarımı tutamadım tabi ki de, hala da burnum sızlar aklıma geldikçe.) Herkes birden bi ateşlendi ya ben anlayamadım. Aman allahım, Recepler bunu çok önceden mi planlamış??? Neyi?? Nedir elden giden?? Dinci bir cumhurbaşkanı mı??? Oh my god!!

Ben, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan başımıza geçti diye dövünmeden önce son 50 yıllık siyasi tarihimize ve liderlerimize bir göz atmanızı tavsiye ederim. O zaman rahatlar mısınız ya da "biz çoktan ölmüşüz" mü dersiniz onu bilemem ama ben soğukkanlılığımı koruyorum.

Bu kadar acı olaylar yaşarken bunları söylemem çok gereksiz aslında biliyorum. Ama ben bu şehit edebiyatına da kaptıramıyorum kendimi. Ben Ali Kırca Doğu'da iki elini kaybetmiş gencecik bir adama sarılıp, "işte kahraman" falan diye şakşaklarken duygulanamıyorum. Sinirden kuduruyorum. Şehit aileleri için para falan toplamayın, şehit olmamaları için uğraşın. Dinleyin... Gerçek vatanseverler gibi davranın... Çözün... Silahlarınızı çıkarlarınıza çekin... Bunu Ali Kırca'ya söylemiyorum tabi. Güvendiğim bir tane devlet adamı olsaydı ona söylerdim.

32. Gün'de Osman Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesine karşılık kaç milyon dolar istendiğini konuşuyorlar hem de bunu resmen geyiğe vurarak. Aslında herşey bu kadar basit. Amerika silah şirketlerini nasıl döndürecek?? Kim bundan kaç milyon dolar kazanacak??

Ben paranoyağım... Seçimler, savaşlar, liderler, silahlar, bayraklar... Hepsi yüzünü aynı yere dönmüş... Bush oğlu Bush'ların oyuncağı olmuş herşey. Bize kalan Petek Dinçöz, Esra Ceyhan duyarlılığıyla haberleri izlemek, gözyaşlarımızı akıtmak.

Ben siyasetten anlamam. Vicdanımla yazdım derim kestirip atarım.

9 Ekim 2007 Salı

Aman ya...

İnişe geçtim, son hızla...

Uzun süredir hiç bu kadar (u)mutsuz hissetmemiştim kendimi. Şöyle dönüp bir baktım da hayatıma, ölmüşüm ben...

Soru1: Bir insanı bu kadar umutsuzluğa iten ne olabilir?
* Önemli bir hastalığı olabilir.
* Bir yakınını kaybetmiş olabilir.
* Parasız pulsuz ortalıkta kalmış olabilir.
* Delirmiş olabilir.

Soru2: Mutsuzken daha da mutsuz olmaya çalışan insana ne denir?
* "Kendine gel" denir.
* "İçelim güzelleşelim" denir.
* "Alışverişe gidelim" denir.
* Deli denir.

Soru3: İçinde bulunduğu her kötü durumdan başkalarını sorumlu tutanlar ne tür insanlardır?
* Korkak.
* Bencil.
* Sorumsuz.
* Deli. (tabi ki...)

Ben kendimi çok çok çok kötü hissettiğim 1 hafta boyunca bu soruları kendime sormadım tabi. Bunları sormak ve yalan yanlış da olsa cevaplar bulmaya çalışmak yerine;

* Sigaraya başladım (6 aydır tek sigara içmemiştim)
* Çikolataya saldırdım
* Facebook'la sabahladım
* Herkesten nefret ettim
* Saldım , saldım, saldımmm...

Sonra...

Sonra kalktım kocamı öptüm:) Güzel bir başlangıç olduğunu söyleyebilirim. Çoook uzun süredir bozuk olan hidroforumuz için servis çağırdım. Son derece seksi ayakkabılar aldım. "Bi dur ya!!!" dedim kendime.

Sorunlar oldukları yerde durmaya devam ediyor olabilir. Sorunları çözmek için güç toplama aşamasındayım ve çözemeyeceklerim için sabır...

27 Eylül 2007 Perşembe

Fuck u....

İçim öyle bir nefretle dolu ki kanımın damarlarımı yaktığını hissediyorum.

26 Eylül 2007 Çarşamba

Sarışına hastayım seni gördüm yastayım....

Hayatla alakalı büyük büyük laflar etmek istiyorum. Tespitler yapmak istiyorum. Şu şöyledir, bu böyledir... Büyük büyük sallamak istiyorum. Ama bazılarının da bana inanması lazım. "Vay be, ne güzel konuştu, nerden de buluyor bu lafları??" deseler nefis olurdu. Ben bir laf etsem mesela adamın teki gidip Ferrarisi'ni satsa...

Ben genellemeler yapmayı çooook önceden bıraktım. Keşke bırakmasaydım diyorum çoğu zaman. Ne yapacağımı şaşırdığım zamanlarda benim de cebimde bana yardımcı olacak birkaç genellemem olsaydı. Bakınız. Ayşe Özgün, Seda Sayan... Ne kadar tutarlı, ne kadar güvenilir, ne kadar kendileriyle barışık insanlar. Herşeyin en doğrusunu bilmek ne kadar iç rahatlatıcı birşeydir kimbilir, ben bilmem. Seda Sayan ve elleriyle çizdiği porselenleri (yalancı) halkın tam güvenini kazanırken, ben en yakın arkadaşlarımın bile güvenini tam olarak kazanabildiğimi zannetmiyorum. Neden? Genellemelerim yok. ("ondan mı acaba?" demeden de duramam ki yine güvenemem bu söylediğime de.) Aslında var...

"Bütün Seda Sayanlar Gerizekalıdır."
"Bütün Öykü Serterler Mutsuzdur."
"Bütün Nihat Doğanlar Bu Ülkeyi Terk Etmelidir."

Bu genellemelerin kimseye faydası yok tabi. Ben faydalı olmak istiyorum. Hayran olduğum bir kişilik olduğu için Seda Sayan'a takıldım, örnek vermeden geçemiyorum. Seda Sayan olmasa biz kardeşimizin kocasıyla kaçmanın kötü birşey olduğunu nereden bilecektik. Aha kadın bir lafıyla yüzlerce Türk ailesinin hayatını kurtarıyor. Ben de çeşit çeşit, boy boy yargılar üretsem oturduğum yerden. Desem ki seyretmeyin şu gerizekalıları, kitap okuyun, "abre los ojos" kocaman bir dünya var...

İnandırıcı olamam ki, celebrity güvenlik endeksin kaç demezler mi?

Haklılar zaten. Olay doğru şeyler söylemek değil, sürekli aynı şeyleri söylemek... (bazıları buna tutarlı olmak diyor)

ps. sevgili okur çok hastayım, biraz beynim bulanmış olabilir, siz kendinize iyi bakın. havalar malum...

20 Eylül 2007 Perşembe

Silin facebook accountlarınızı özgür kalın...


Bugünlerde herkes kafayı "facebook"la bozdu. (Ben de dahil...) Ama o kadar saçma, o kadar saçma ki... Vampirdi, çikolataydı, biraydı derken herkes ne yapacağını şaşırmış durumda. Question is: "what's the point?"


* Facebook sayesinde belki yeni insanlarla tanışmıyoruz ama sosyalleşmeye yardımcı bir unsur olduğu kesin. Uzun süredir görüşmediğimiz insanların neler yaptığını az çok görüyoruz, bir yakınlık oluşturuyor otomatik olarak. Yıllardır görmediğim adamla iki mesajlaşsam ne olur ki falan diyebiliriz. Hiç belli olmaz. Beklentiler çeşitli. Çiftleşme beklentisi internette sosyalleşmeyi her zaman tetikleyen birşeydir. Uzak arkadaşlarla sevişmek yakın arkadaşlarla sevişmekten daha mantıklıdır. Aranızın pek iyi olmadığı adamları da ottu, boktu, margaritaydı, okşamaydı, dürtüklemeydi yumuşatma olanakları çeşitli. Canım kocam bu tuhaf uygulamanın iş hayatında da faydalı birşey olabileceğini düşünüyor. Ama açıkçası ben hafta içi ona buna yastık, patates atan bir adamla iş yapmak istemem. İş ortamlarında dikkatli olmak lazım sanki. Karizma her an yerle bir olabilir. Siz jedi vs. sith de level level gezerken bunun için ne kadar uğraştın derse biri verecek cevap bulamazsınız.


* Arkadaş listesi şişirmek önemli. Manalı bir kalabalık olmasına gerek yok. Arkadaşınızın arkadaşının eski erkek arkadaşını listenize eklemekte hiçbir sakınca görmeyin. Millet görsün uzun listenizi. "Vay be ne sosyal adam, ne çok arkadaşı var" desin. Amaç sosyalleşmek değil mi? Sosyalleşmek ya da sosyal görünmek ne farkeder? Sosyal görünmek de sosyalleşmenin bir yoludur.


* Dijital fotoğraf makinelerinin hayatımıza girmesiyle beraber arşivler şişti. Binlerce fotoğrafınız var. Seçin en karizmaları. Aslında karizmadan öte şeyler lazım "facebook"ta. Siz süper çıkmış olabilirsiniz ama geçin onu, yok mu Amsterdam'da, Venedik'te, ofisinizin en gelecek vadettiği köşesinde bir fotonuz?? Gösterin ne kadar süper bir hayatınız olduğunu, gösterin ne kadar süper bir tatil yaptığınızı. En çok siz gezdiniz. Kanıtları dökün...


* Çok gezmek başarılı bir hayatın belirtilerinden. İyi bir iş, şık bir ofis. Ama yetmez, evlilik, çocuk... Dökün bütün başarılarınızı. Özellikle eski erkek/kız arkadaşınıza göstermek istediğiniz çok şey yok mu?? Düğün fotoğrafları, karınızın/kocanızın/çok çok güzel kız arkadaşınızın en güzel fotoğrafları, sizi en çok severken fotoğrafları, en en romantik anlar. Çekinmeyin herkese gösterin aşk hayatınızın nasıl inanılmaz olduğunu...


Çok çok masum şapşirikler de var tabi. Ama onların da %90'ının ya işi yok ya da işlerini sevmiyorlar. %10 da benim içimde kalan son iyi niyet kırıntısı...

17 Eylül 2007 Pazartesi

Desire...

Ben milyonlarca Ferrero Rocher çikolata, nescafe, bira ve doritosla (yeşil) bir odaya kapatılsam, cezalı falan olsam mesela. Günlerce günlerce Sims oynasam... Hiç suçluluk hissetmesem...

13 Eylül 2007 Perşembe

Adrasan...



Göcek'ten gözyaşlarıyla ayrıldık. Çok sevdik galiba Göcek'i. Yolumuz uzun. Düştük yine yollara. Patara'ya gittik. Ben yine pek beğendim. Girebileceğimiz en güzel yerlerde denize girdik bu yaz.




Yine düştük yollara. Adrasan'a... Güzel deniz, daha güzel deniz, en güzel deniz... Bu sefer bungalowda kaldık. Bizim banyoyu karıncalar bastı. Oyaların tuvaletinden kurbağa çıktı. Kahvaltıda yumurtalarımızı arılar yedi. Biz çok mutluyduk ama...





Adrasan'da 3 gün kaldık. Birgün Olympos'a gittik. Top oynadık. Denize girdik. Ne bulursak yedik içtik. (Sarımsaklı ekmekler süperdi haklısın Bertancım) 51 oynadık. Tatilimizi burada noktaladık.


Aman allahım!! Çok önemli birşey unuttum. Biz Sidyma diye biryere gittik. Onu nasıl atlarım. Patara'ya giderken kahverengi tabela gazımız geldi. Girdik. Acayip kötü yollardan 20 km gittik, 20 km döndük. Neyse işte iş oldu:) İşte muhteşem Sidyma, Halil, Ahmet, İskender:)


Oya, Bertan, Bahadır'a özel not: Biraz geç bir yazı oldu. Saçmaladıysam, unuttuğum şeyler varsa beni yorumlarınızla düzeltin arkadaşlar. Sizi çok seviyorum. Daha çok gezelim daha çok seveyim.

Yani sonuç olarak biz mükemmele yakın bir tatil geçirdik. Ne desem ki %95 güzeldi. Gerisi de Bertan'ın altına kaçırma ihtimali:)

Göcek


Göcek çok acayip bir yer. Yalan dünya. Göcek içinde Göcek. Swissotel nerede başlar nerede biter?


İlk akşam süper nefis bir yemek yedik. Ama midye dolma yemeden olmaz diyerekten garsonun tavsiyesi ile Ömer abiyi bulduk. Midyeci Ömer hayat adamı, filozof, nefis bir insan. Küçük midye var mı deyince, insanları ayırmadığım gibi midyeleri de ayırmam dedi adam:) Telefonunu verdi. Doğru aldık mı diye kontrol etti. Gelen geçene midye ikram etti. Dünya değişmezse batar falan gibi acayip laflar etti. Saygılarımızı sunup huzurdan ayrıldık.


Ertesi gün Beatles çalan bir tekneyle 12 adalar turu yaptık. Şıp şıp yüzdük. Yorulduk.

Akşam Göcek turu attık. Cafe Port'ta nedense çok keyifli bir akşam geçirdik:) Port Göcek Marina çok acayip hakikaten. Tekne istiyorum ben galiba zannedersem mümkünse????

Köyceğiz






Sabah kahvaltı yaptıktan sonra (kahvaltı önemli çünkü bir otelde nutellalı kahvaltı yaptık) yola çıktık. Bu sefer bir görevimiz vardı. Oyacığımızı rahat ettirmek. Oya'nın ayakları acımış ve canı sıkılmıştır. Oya'ya yeni bir yol arkadaşı aradık. Söke girişinde Stella'yı bulduk. O da bize katıldı. Çok sevdik onu.










Sonra Köyceğiz... Köyceğiz'de ufak bir hayal kırıklığı yaşamış olabiliriz. Nasıl bir yer olduğunu pek anlayamadık. Ama amaç zaten Köyceğiz değil, Köyceğiz'den yapılacak tekne turuydu. Köyceğiz gölünden Dalyan İztuzu Plajı'na.



Köyceğiz'de yapacak birşey de olmadığından içimizdeki 51 aşkı pörtledi. Meydanda görme engelli arkadaşımız pek kötü şarkıları en kötü halleriyle söylerken, gelen bağışları bangır bangır bizlere anons ederken Köyceğiz'deki akşamımızı 51 oynayarak geçirdik. İlk midye dolma krizimiz de burada tuttu. Biraz zor olsa da yedik sonunda rahatladık.



Ertesi gün tekne turumuzu yaptık. Süperdi. Deniz mükemmeldi. Kum mükemmeldi. Çupralar iyiydi. Tekne ahalisi bizi biraz yordu ama olsun. İsmail Yk'nın Şarkı sözlerini anlamaya çalışmak zevkliydi. Kedi gibi yavşarım, at gibi içerim di mi Bertancım:)









Çeşme...


Çeşme Ilıca'ya vardık. Yolda yel değirmenleriyle karşılaştık. Niye o kadar şeker geliyorlar ki insana??


Sheraton otelinin yanından denizi ve kumu görünce ağzım açık kaldı. Bütün gün kumlarda yuvarlandık. Denizde yuvarlandık. (Acayip dalgalıydı.) Yorgunluktan kumsalda uyuyakaldık. Ben bayıldım buraya özellikle de kuma.






İleri otelde kaldık. Kırçiçeği diye bir yerde yemek yedik. Tatilin geri kalanında Oya'nın gözleri her gittiğimiz yerde Kırçiçeği şubesi aradı. Babylon'a gitmedik diye ben depresyona girdim. Herkesi daralttım. Boyum uzadı.


Papparazzi diye süper bir yerde sakin sakin birşeyler içtik. Tabi ben burnumdan getirdim orayı da. Ama güzel bir yerdi hakikaten.


Foça...

Bu aralar yazamıyorum. Aslında ne güzel bir tatil geçirdik. Ben nasıl ballandıra ballandıra anlatmak istiyorum. Ama duruyorum öyle. Zor geliyor. Yazdıkça açılırım onu da biliyorum aslında. Bak ellerim daha hızlı hareket etmeye başladı bile. Biraz zorlasam ilk durağımız Foça'ydı diye başlarım lafa değil mi? Evet.

Biz şimdi Bahadır ve ben olarak bir öğleden sonra fesleğenimizi sevgili yan komşumuz Ayşenciğimize bıraktık. "Biz tatile gidiyoruz Ayşen, fesleğenimize iyi bak" dedik. Ayşen de "nereye?" dedi normal olarak. Çok normal olmayarak "tam olarak bilemiyoruz" dedik biz. Al çantaları git Oyalara.

"Haydi tatile gidelim" diye bekledik camlarının altında. Bindik arabaya. Baktık birbirimize. Eeeee nereye gidelim? Çeşme'den başlayalım işte kararı alındı. Yola çıktık ki, hayat adamı Kerim amca (kendileri Bertan efendinin babaları olurlar) tarafından durdurulduk. Yol tarifi falan derken bence Foça'ya gidin bi balık yiyin bu gece dedi. Açık fikirli insanlarız biz. Gidelim dedik gittik. Böylece ilk durağımız Foça oldu. Bu arada daha Susurluk'ta tatilin özü anlaşıldı. Hemen yemelere içmelere başlandı.

Foça'da ilk balıkları götürdük. Tatilin geri kalanında da bol miktarda balık yendi. Bahadır ortalamaları yükseltti. Nerdeyse hergün bazı günler günde iki kere balık yedi yavrum. Delirmiş.

Restoranda benim sayemde muamele süperdi. Aptalım ya bağıra bağıra görgüsüzler gibi The Marmara'da yediğimiz yemeği bıraktığımız bahşişi falan anlatınca "aman canım ablam" diye saldırdı bir garson masaya. Biz 30 kişiydik ama o yemekte falan diye olayı kapatmaya çalıştım Ama çok utandım yahu. Bu arada Foça kedi cenneti binlerce kedi var. Neredeyse insan kadar kedi var. Doğru düzgün köpek yok.




Foça şirindi ama restoranlar dışında pek bir yaşama belirtisi göremedik. Zaten yorgunduk. Geç olmadan pansiyonumuza geçtik. Sevgili pansiyon sahibi arkadaşın neden durup dururken izolasyondan bahsettiğini de anlayıverdik. Pansiyon (resimdeki sarı bina pansiyonumuz) bir barın üstündeydi. İzolasyon derken de 2 cm kalınlığındaki kapıdan bahsediyordu galiba. Yani bana sorarsa kendileri izolasyonları pek iyi değildi. Bahadır her zamanki gibi ben dişlerimi fırçalayıncaya kadar uyuyunca ben bas ve davulla baş başa kaldım. Ama neyseki yorgundum yatağın içinde yüzlerce tur atsam da uyumayı becerdim. Ertesi gün erkenden düştük yine yollara. To Çeşme...

10 Eylül 2007 Pazartesi

27 Ağustos Milli Bayram Olsun Mu?????

Şimdi bende biraz unutkanlık var ya... Ben çoğu zaman kraliçe olduğumu unutuyorum. İnsanlar bana kraliçe gibi davranınca şaşırıyorum. Aptal kraliçeyim ben. Dünyanın hakiminin kuzeni olduğumu falan unutuveriyorum. Canım kocacığımın beni çok sevdiğini unutuyorum. Korkunç derecede güzel bir evlilik yıldönümü geçirince de şaşırıyorum. Sanki benim her günümü o gün gibi geçirmem gerekmiyormuş gibi. Unutkanlık işte kraliçeliğimi unutup duygulanıyorum falan... Aptal kraliçe.

Yani ne olmuş ki kocişim hadi gidiyoruz deyip bir akşam üstü beni İstanbul'a götürmüşse, en sevdiğim otelden yer ayırtmışsa, odaya girdiğimizde kırmızı şarap, meyve, kalpli balonlar, mumlarla falan karşılaşmışsak, The Marmara'da korkunç bir boğaz manzarasında acayip güzel bir yemek yemişsek, yemekten sonra üzerinde "nice mutlu yıllarımıza" yazan bir pasta gelmişse, hediye olarak içinde aşkımın resmi olan bir kolye almışsam. Ne olmuş yani????

Ben kraliçe değil miyim?

Ertesi sabah odamıza kahvaltı gelmesi falan çok büyütülecek birşey sanki. Unutkanım ya tacı tahtı falan unutup seviniyorum böyle şeylere, deliler gibi hem de.


25 Ağustos 2007 Cumartesi

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Benim Yolum Ayrı

Eğriyi kendinde arayan,
Doğruyu kalbinde bulur.
Aşkına emekle yürüyen,
Dermanı derdinde bulur.
Zamanı saate soran,
Ölümü vakitsiz bulur.
Düşmanı dışarda sanan,
Hainin koynunda uyur.

Sizin yolunuz ayrı, benim yolum ayrı.
Sevemedim diye dünyayı, terk edecek hiç değilim.
Sizin yolunuz ayrı, benim yolum ayrı.
Mahvettiniz diye dünyayı, vazgeçecek hiç değilim.

Özgürlüğü pazarda arayan,
Eşitliği mezarda bulur.
Kardeşliği kışlada yaşayan,
Barbarlığı aynada görür.
Zardanadam özünü bilir,
Yanlışının izini bulur.
Melekteki şeytanı görür.
Sıkılmadan yüzüne vurur.


Zardanadam ve Tolga Kaya'ya sevgilerimle...

Corpse Bride



Evlilik aşkı öldürmez....

İnsanları öldürür, ruhlarını çürütür, kalplerini söker...

Soap Opera









Şimdi ben diyorum ki; ben böyle şıkır şıkır akan bir su gibi yaşayıp gitsem...

Etrafımdaki gürültülerden beni ipodum korusa... Müziğe sığınsam, o beni pışpışlasa, lüzumsuz konuşmaları görmezden gelsem...

İçimdeki tüm zehirleri temizleyinceye kadar koşsam...

Kimse beni üzemese... Kimse bana yetişemese...

Ama bir yandan da çok bi mütevazi, çok bi hoşgörülü bir insan olsam...

Beyazlar giysem, bahçemde gül budasam... Çiçekler içinde bir hayatım olsa...

Vejetaryen olsam, güzel hayvanları çiğnemesem...

Sabahları dinlenmiş, dinçleşmiş kalksam, sürünmesem...

Biraz daha olumlu olsam, kendimi rahat bıraksam, herşeyde kötü birşey aramasam...




Sonra da diyorum ki; şıkır şıkır akmak falan güzel de bu tip çağrışımlar insanları rahatsız edebilir bu aralar, demezler mi "nereye akıp gidiyorsun?". Su yok, susuzluk var.





Yine geldin "insanlar demez mi??" cümlelerine. İnsanların ne dediklerini ne kadar çok umursuyorsun. Bir de diyorsun ki ipodu takıyım kulağıma, ohhh... Tam senlik. Ayrıca ben o ipod niye alındı çok iyi biliyorum. Spor yapma desteği değil miydi o? Hani çok şişmanladın ya. Zehirleri atayım falan diyorsun ama asıl amaç yağları atmaktı, yanlış mı biliyorum? Ayrıca nereye koşuyorsun, seni koşarken gören var mı? Yapabildiğin yürümek, şıp şıp yüzmek. Rahatına bakmak konusunda kimse sana yetişemez hakkaten, yayılmakta bir numarasın.

Kimse beni üzemese de, "bön olsam"ın sempatik hali gibi...

Bir de mütevazilik meselesi var ki; çok hoşsun hakikaten. Şimdi mütevazi olunca bunun farkına vardığın anda mütevazilikten çıkmıyor musun? Farkında olmadığım şeyi ben ne yapayım? Oturup anca yeterince mütevazi olamadığım için kendimi hoşgörürüm, nefis...

Ama bak bu beyazlar giyme meselesi güzel, güzelde mesela gülleri ekerken, gübrelerken, etrafını falan kazarken ne renk giyinmek istersin?

Ya bir de kızma ama, karides, midye, çupra hayvandan sayılır mı? Çok üstüne de gelmek istemiyorum, biliyorum çok yorgunsun. Sabaha kadar internetin başında olunca insan kendine gelemiyor tabi.

Sen de çok acımasız olma kendine karşı, "benim herşeyde kötü birşey aradığım falan yok!!!!". Nereden çıkarıyorsun ki???


Ben deli miyim Benjamin??

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Yeryüzü melekleri...

Şimdi bu çok acayip birşey. Hassas bir konu, incitmemek lazım. Ama çok çok gurur verici. Resimde gördüğümüz bina Konya'da zihinsel engellilere parasız eğitim veren bir devlet okulu. Ama bu şeker okulun yapımı "Yeryüzü Meleklerini Koruma Derneği" adlı ufacık bir dernek tarafından üstlenildi. Canhıraş bir şekilde çalışıp okullarını bitirdiler.



Şimdi olayın benim açımdan duygusal bölümüne gelirsek; "Öğretmen Fatma Menekşe" benim annem. Canım, canım, birtanem çalışkanlığıyla, merhametiyle, hırsıyla, sevgisiyle, mücadeleciliğiyle binbir çeşit engelle uğraştı, hala da uğraşıyor. Amacına ulaştı, artık o yeryüzü melekleri daha iyi koşullarda alacaklar eğitimlerini. Benim için yeryüzünün en güzel meleği olan "Öğretmen Fatma Menekşe" sayesinde...
"Sen dünyaya kıpırtısızca bakarken
Geride binlerce engel bırakararak
Hırsızlar gibi çaldık düşlerinden
Engelli dedik adına
Engeller bırakarak kaçtık
Birgün ortak olabileceğimiz dünyana
Yeryüzüne indi melekler
Işık oldular ruhuna
Biz dalğınlığında iken dünyanın
İsmini okudular kulağına 'Yeryüzü melekleri' dediler
Duymadık.."
Ersal Özkan'a bu şiiri yazmasında ilham olan anneme ve tüm güzel kalpli dostlarına, tabi ki de Ersal Özkan'a sevgilerimle...

14 Ağustos 2007 Salı

ARTICHOKE, ARTICHOKE!!!!!! ....so what????...




Pek güzel bir haftasonunun, pek acıklı sonuçlarını yaşıyorum hala. Bütün gün mide bulantısı, baş ağrısı, sıcak basması, her türlü eklem ağrısı, hayattan soğuma, intihar eğilimi (yeteeer) ile cebelleştim. Yaklaşık bir aydır yediklerime acayip dikkat ediyordum ve hiç alkol almıyordum. Haftasonunda kendimi öyle bir saldım ki vücudum isyan etti. Ne güzel sağlıklı sağlıklı yaşıyorduk, nerden çıktı bu kadar yağ, bu kadar et, bu kadar tuz, bu kadar alkol, bu kadar karbonhidrat???? Hiç acımadım kendime. Canım ne isterse yedim, içtim. Pişman mıyım? Değilim. Cezamı çektim ama akıllandım mı? Hayır. Bunun gibi o kadar çok haftasonum daha olacak ki... Coşup coşup sonra da sürüneceğim. Hayat işte....



İstanbul'dan pek sevdiğimiz (ama sanırım istemeden kırdığım) arkadaşlarımız geldi. Onların vesilesiyle de ilk defa Arap Şükrü'ye gittik. Arap Şükrü biraz Nevizade'ye benzetebileceğimiz bir yer. Çok eğlenceliydi. E tabi artık yaşlandım ben. Bu saatten sonra her türlü yüksek sesli eğlence beni yoruyor. Yanımdaki insanların konuşmalarını anlamak istiyorum, öyle eğleniyorum.






Sabah kocişle beraber Mudanya'ya gidip deniz ürünlerine saldırmıştık zaten. Tereyağda karides ve midye dolmayla kendimizi mutlu ettik. Akşam da Arap Şükrü'de aynen devam karideslere, kalamarlara, istavritlere... Çok çok çok güldük, acayip keyiflendik. (thanks to Tolga, Bengisu, Oya, Bertan, Bahadır Jr., Kristine, Köst, Kociş) Tolga yan masaya sataşıp kavga çıkarmaya çalıştı ama çok fena madara oldu. Hayat boyu anlatılacak bir hikayeye imza attı. Hayır iki hikaye:)


Anlattık da anlattık doyamadık. Bengisu'yla gün aydınlanıncaya kadar oturduk. Ben sarhoşken ve iyice açılmışken bazen çok lüzumsuzlaşabiliyorum. Bayaaa bi zırvaladım heralde ama neyse ki etrafımdaki insanlar çok kibar.


Yemeler içmeler Pazar günü de son sürat devam etti. Mangalı da ihmal etmedik tabi ki... Yine çok yedik, çok içtik, çok anlattık, çok güldük.... Daha nice güpgüzel günlere canımlarım....





7 Ağustos 2007 Salı

Masum değiliz hiçbirimiz...

Ben Perihan Mağden'in yazılarını okumayı çok seviyorum. Radikal'deki yazılarını takip etmiyorum çünkü gazete okumuyorum. (Radikal bile olsa) Radikal'deki yazılarını topladığı birkaç kitabı var bende, arada okuyorum. Ben zaten daha önceden okuduğum kitapları tekrar tekrar okumayı çok seviyorum. Bir arkadaşım bunun kafamın çok karışık olduğunu gösterdiğini söyledi. Bazen psikiyatrlık hal aldığı oluyor gerçekten. 26 kez seyrettiğim film var. Gerçi film Fight Club olduğu için abartı bir durum değil bu. Perihan Mağden diyordum. Perihancığımın yazılarını çok eğlenceli buluyorum. Yazdıklarının çoğuna katılmasam da, çok büyük edebi değerleri olmasa da bence eğlenceli. Birçok insanın da bu hanımefendi hakkındaki duyguları böyledir heralde.
Defalarca okuduğum halde gözümden kaçan bir yazı olmuş. "Çok hassas birileri...". Benim için malesef ki resmen bir itiraf. Bu yazıyı okuduğum zaman acayip utandım kendimden. Sıkı bir tokat oldu resmen, vampirmişim ben de haberim yokmuş. "Bir yazı okudum hayatım değişti" değil tabi ki, ama başka bir açıdan bakabildim kendime. Hayat sürekli bir iyileşme sürecidir değil mi? Ruhun tekamülü felan işte. Benim de biraz değişmeye ihtiyacım olabilir...

2 Ağustos 2007 Perşembe

me myself and ay

Ben bu aralar kendime çok iyi davranıyorum. Kendimi hiç üzmüyorum. Bazen morali bozulacak gibi oluyor, hemen onu oyalayacak birşeyler bulup dikkatini dağıtıyorum. Kendime birşey olacak diye ödüm kopuyor. Pamuklar içinde bakıyorum ona.
Az yemek veriyorum ona ama o da kendimin iyiliği için. En tazesinden mis gibi yaz meyveleriyle besliyorum onu. Kavunu çok seviyor, ben de kırmıyorum bol bol kavun yediriyorum kendime. Kociş de çok seviyor. Bir kavunu ortalama 8 dakikada toz ediyorlar. Ben de şefkatli ve anlayışlı bir anne edasıyla gülümsüyorum onlara.
Spor yaptırıyorum kendime. En sevdiği kıyafetlerinin içine girebilsin diye. Göbeciği pantolonların üstünden fışkırmasın diye. Ter atsın, terle negatif enerjileri falan onu zehirleyen ne varsa atsın diye. Deniz havası alsın diye Mudanya'ya götürüyorum hergün. Dondurma almıyorum diye biraz bozuluyor ama mutlu oluyor orada. Yürüyüşten geliyoruz, bir de havuza giriyor, bir de duş. Terle gidemeyen negatifler de suya karışıyor.
Ben kendime çok iyi bakıyorum şu sıralar. Soruyorum kendime "ne istiyor canın, canım?". Mesela diyor ki "bir Diesel kot mu alsak??". Bir dediğini iki etmiyorum hemen alıyorum. Bu aralar sürekli sinemaya gitmek istiyor. Hemen hemen hergün sinemaya götürüyorum onu.
Kendimle aram çok iyi...(Nowadays)
Bu aralar ay ne kadar güzel görünüyor gözüme.
En gıcığından bir optimist oluyorum galiba.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Güveç Ocakta

Bacaklarım çok ağrıyor.

Kendime oldukça acımasız bir liste hazırladım. Bundan sonra bunları yapacaksın Özlem, yok efendim bunları yapmayacaksın bacaklarını kırarım listesi...

Annemle geçirdiğim bir haftanın sonunda Bursa'ya döndüğüm zaman basküllerimiz 60'ı gösterir olmuştu. Bacak kadar boyumla utanmadan 60 kilo olmuşum. Hemen duruma el koydum. Sıkı rejim, yürüyüş, yüzme. Ama bu zalim üçlü bende acayip bacak ağrısı yapıyor. Olsun kilo vermeye başladım bile. Lay lay lay...

19 Temmuz 2007 Perşembe

Domatesin Kralı Burdaaaa!!!!!!!!!!!

Benim canım fedakar annem baktı bizden iş çıkmaz geçtiğimiz bahar bize küçük bir bahçe yaptı. Çilek, marul, nane, roka, soğan, domates ve salatalık tamamen annem tarafından özenle ekildi. Hiç kullanmadığımız bir alan resmen bir sebze bahçesine döndü. Bu çalışmalar sırasında annem kolunu sakatladı. Bize hiçbir şey çaktırmamaya çalışarak Konya'ya geri döndü. Ve aylarca sorun yaşadı. Biz hepimiz sevinç yumağı olduk tabi, ertesi gün unutacağımız planlar yapmaya başladık. Bahçıvan sulama işiyle uğraşırdı tabi ama ben hergün domateslerin dibini kazacaktım, hergün taze otlarla salatalar yapacaktım. Bahçeyi genişletecektim. Neredeydi bizim maydanozumuz falan falan....
Sonuç olarak yazın ortasındayız ve bahçe olayı tam bir hüsran oldu. Ben marketten aldıklarımla salata yaparken mutfağın penceresinden rokaların, marulların yabani otların arasında kaybolmalarını seyrettim. 5-6 çilek yemeyi becerdik. Bütün çilekler kurudu. Ama bu kadar ilgisizliğe dayananlar da vardı. Dün balkona bir çıktık, günlerdir yüzüne bakmayıp kurumaya bıraktığımız domatesler kocaman ve kıpkırmızı bize bakıyor. Pek bir keyiflendik ve tabi vicdan azabı çektik. Doğru düzgün baksaydık ne güzel olacaktı, zavallı annem boşu boşuna sakatlanmış olmayacaktı.
Uygulanmayacak planlar arasına bu "sebze bahçemizi diriltme planı"nı da koyduk.
Ne zeytinyağı ne limon isteyen son derece lezzetli domateslerimizi mideye indirdik

17 Temmuz 2007 Salı

çem has gınar

Bir varmış, bir yokmuş

Tanrı'nın mahlukları tahıl kadar çokmuş
Fazla konuşmak günahmış...





Soykırım yapılmıştır ya da yapılmamıştır...
Türk milletinin hafızası yoktur ya da vardır...
Soykırım fikri Ermenileri ayakta tutan, bir arada tutan güçlü bir bağdır ya da değildir...
İkiyüzlülük, kayıtsızlık Türk milletinin her hücresine sızmıştır ya da yoktur öyle birşey kim uyduruyordur...

Kim tartışırsa tartışsın beni vicdanımla başbaşa bıraksınlar. İki kere okudum bu güzel romanı. İkinci okuyuşumda da ilk seferki kadar heyecanlandım. İçine düştüm. Tüylerim ürperdi. Uzaklara baktım. Kitabı kapatınca yine eski huzurlu dünyama dönmem çok kolay oldu tabi. Ne yapalım herkese gösterilen şefkatten ben de istiyorum.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Pembe Nüfus Cüzdanı

Cumartesi akşam üstü Antalya Havaalanı'nda North Shield'de oturdum, uçağımın saatinin gelmesini bekliyordum. Yanımdan son derece göz alan bir pembe, son derece göz alan bir yeşil birşey geçti. Aslında hoşuma gitti. Pembe etekli, yeşil şallı, poposuna kadar uzun simsiyah saçlı, iri yarı güzel bir kadındı yanımdan geçen. Karşıdan gelen iki sevimli "aaaaaaaaaaaaaaa Bülent hanım ne kadar güzelsiniz" diya cırlamasaydı anlamamıştım Bülent Ersoy olduğunu. Gerizekalı olduğumdan değil tabi arkadan gördüm pembe nüfus cüzdanlı divayı.


Değer yargılarını alt üst eden bir şahsiyet. Bizimki gibi bir ülkede böyle bir saygınlığı nasıl elde ettiği çok uzun uzun tartışılmalı sanki. Ama öyle bir kabukla çevrili ki... Neyse ya nasıl ikiyüzlü olduğumuz bize hatırlatması için diyorum ki "Allah Bülent Ersoy'u başımızdan eksik etmesin".

Patlican Patlican

Eveeeeeet...... Masstival'e gidildi. Görüldü. Eğlenildi. 1 köfte, 2 sucuk, 3 ayran, tonlarca bira içildi. Hepsi ertesi gün İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmesinin tuvaletini boyladı. Ne salak insansın Masstival hakkında anlatacağın bu mu diyebilirsiniz. Ama hala midemde yanma var. Çok olumlu davranamıyorum.


Sonuçta gittik yattık işte.





Tori Amos çok seksiydi. Kociş ve Tolgiş öyle düşünmese de bence acayipti. Lauryn Hill'e biraz kıl kaptık. Çok sarhoştuk galiba:) Keyiflendik de keyiflendik işte. Yeri geldi bir birayı paylaştık:)






Malesef ParkOrman'dan çıktığımızda ağzımızdaki şarkı "Patlican patlican pat pat pat pat patlican patlican kom tere" oldu. Bu şarkıyı bu kadar sık çalmalarını kocama verdikleri t-shirtle affettirmiş olabilirler. Canım çok sevdi t-shirtü. İşte böyle geçti gitti güzel mi güzel bir hafta.

Arkadaşlarımızla nice festivallere nice güzel günlere....






"Bir Tatlı Huzur Almaya Geldim" veya "Ver Elini Alanya"

Bir haftadır bilgisayar görmeden yaşıyorum. Aslında gördüm. Alanya'da ailemin yanına gittik. Kocişmonti "3 gün tatil yapacağım ama onu da çalışmaya çalışarak zehir edeceğim" düsturu ile 2. gün balkonda açtı laptopu bir süre baktı ve kapattı. 0 5 dakika boyunca biz de bilgisayar teknolojisi ile hasret giderdik. Bir de sevgili kardeşimin odasından gelen "erkek arkadaşımdan ayrıldım, kendimi daha fazla üzmek için ne yapabilirim?" türünden müziklerin onun laptopından çıktığı bilgisiyle yaşadık ama aktif olarak bir bilgisayarla muhatap olmadım derken ha bir de şey vardı diyeceğim diye korktum. Sonuç olarak teknolojiden uzak kafa dinledik gibi romantik şeyler söylemek istedim ama mümkün mü? Sarmışlar her tarafımızı. İnternetsiz tuvalete gidemiyoruz. Ama gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bir haftadır kesinlikle tv seyretmedim. Güzel ve Dahi mi ne başlamış. Böyle saçma programlardan kendimi alamayan bir insan olarak ona bile meraklanmadım yani. Tatil. Her zaman tatil demek huzur demek değildir. Ama Alanya'da 1 haftadır huzur ve aile saadetiyle yoğrulduk. Aile saaddetinin fotoğrafı (aslında yarısı) böyle birşey işte.


Bu fotoğrafa anne, anneanne, abi, koca falan ekle işte süpersonik saaddet. Birlik beraberlik iyi geldi herkese. Evde 50 değişik sebepten ötürü bir negatif enerji gezse de sürekli; beraberken çok mutluyduk. Şıp şıp yüzüldü (gerçi çocuk havuzunda daha çok vakit geçirdik galiba, yeğen aşkı işte), bol bol mamalar yendi. Doğumgünü kutlamaları yapıldı. 11 Temmuz benim doğumgünümdü. Abim Konya'ya geri döneceği için 2 kutlama yapıldı. 2 pasta, bol miktarda mum. Yaşlılık fena 28'i doldurmak zor. Ama bu doğumgünü hakkında çok yorum yapmak istemiyorum. Ne yapalım gençlik gidiyor işte. Gidebilir ama hala yapılabilir bir dolu eğlenceli şey var. Hala Masstival'e gidilebiliyor.

5 Temmuz 2007 Perşembe

.



Barış'ın fotoğrafını koymak istedim buraya. Nasıl bir fotoğraf koymak istediğimi biliyordum. Barış'ın o gülüşünü defalarca gördüm. Aklımda. Biraz bakındım ama bulamadım. Asık suratlı, "çocuk coolluğu"ndaki fotoğraflarını hiç sevmedim. Nasıl bir insan olduğunu bilemem ama bana geçen saflığını çok sevmişim galiba. İçimde birazcık yanıklar var. Kör badem gözlü falan durumları şu an için aklımdan geçse de çok acımasız. Çok kötü oldu ya...

Evlilik Aşkı Öldürüyor Güzelim


Konu çok, kafamdan hızlı hızlı geçiyorlar. Taslaklamak pek tarzım olmadığı için geldiği gibi yazıyorum. Ne olursa olsun önceden planlamayı sevmiyorum, aslında çok seviyorum da yapamıyorum. Plan yapsam da uygulayamıyorum. Sonra strese giriyorum. En iyisi plan yapmayı sevmiyorum deyip geçmek. Hem böylesi daha cool. Plansız programsız yaşıyorum hesabı. Konuyu dağıtmayalım efendim (aslında konu falan yok) dün akşam çok canım ciğerim bir insanla uzun bir telefon görüşmesi yaptık. Kendilerinin eşlerini de pek yakından tanırım (kardeşim olur). Telefon konuşmamız her an boşalacakmış gibi gözleri yakan gözyaşları, hepimizin sorunlarının aynı olduğunu belirten örnekler, çare arayışları ve umutsuzluk belirteçleriyle süslendi. Sonuç olarak sonuç yok. Kadınlar ve erkekler çok farklı. (Aman ne büyük laf ettim.) Anlamaya çalışmak da faydasız galiba. Erkekleri seks kölesi olarak evde beslemeye başlayacağımız zamanlara kadar idare edeceğiz artık.

Benim için problem olan başka bir konu da şudur ki; benim sevgili kocacığım çok aşırı derecede, beni bayıltan derecede sakin bir insan olduğu için kimse ondan şikayet etmeme bir anlam veremiyor. Ama "Bahadır çok iyi yaaa... ". Evet Bahadır iyi, ben psikopatım problem çıkarıyorum. Boşanan bir arkadaşım ayrılma tantanası sırasında herkesin bu tavrından çok sıkılmıştı. Yani "ama senin eşin çok iyi" tavırlarını kastediyorum. "İyiyse iyi ne yapalım benim evlendiğim adam katil mi olacaktı yani??" gibi güzel bir saptamada bulundu ki diyecek hiçbir şey yok hakikaten.

İşin tuhafı ben de neredeyse psikopat olduğuma inanıyorum bazen. O zaman akıllı kız arkadaşlar işe yarıyor. Bir problem varsa tek kişilik olamaz değil mi??

Bu günlerde etrafımda sıklıkla gördüğüm tablo şudur ki;
*Kadınların (evli kadınlar mı demeli acaba) ilgi ilgi diye bakan koyun gözleri
*Erkeklerin niye sorun çıkarıyorsun diyen halden anlamaz moron gözleri
*Benim ben normalim ben normalim diye çırpınan hallerim.

If I'm smart then I'll run away
But I'm not
So I guess I'll stay:)

Canım kocama geliyor beautiful stranger.....


3 Temmuz 2007 Salı

3...2...1...action

Bu akşam Die Hard 4.0 adlı güzel aksiyon filmimize gittik. Eğlendik. Mısır yedik. Hop oturduk hop kalktık. Ama benim asıl söylemek istediğim film boyunca en azından ilk yarısının yarısında benim aklıma sık sık Demi Moore geldi nedense...





Demi kesinlikle sevdiğimiz bir insan olsa da , bu kadar mı şanslı olur bir insan demekten kendimi alamıyorum... Yani sen Bruce Willis'le evlen, 3 çocuk yap, 40 yaşını geç nefis çocuk Ashton'la evlen falan ben bilemiyorum artık.

Bruce Willis apayrı bir olaydı yine, gözlerimizi alamadık. İç çektik oturduk...

2 Temmuz 2007 Pazartesi

Pazar Keyfi'ni Bu Hafta Ben Sundum

Sırtıma yükler yüklüyorum sürekli. Sabah kahvaltı hazırlarken Bahadır'a acayip sinirlendim yine. Niye? Hatırlamıyorum. Arkadaşlarımız gelene kadar gerim gerim bir acayip oldum. Onlar gelmeselerdi muhtemelen yine sebebini ertesi gün unutacağım bir kızgınlık yüzünden bütün günüm zehir olacaktı.


Arkadaşlarımız bize geldi. Çünkü biz evimizi çok seviyoruz. (bayaaa çok) Oğlan çocukları hemen kağıda oturdular. Sonra da acıkana kadar top oynadılar. Şimdi ben ne anladım bu adamların 30 yaşında olmalarından?? 8 yaşında olsalar ne yapacaklardı ki?? Bira içmezlerdi kağıt oynarken. (cevap) Oyacığım ve ben oğlan çocuklarının top oynamasını izledik, nasıl bu kadar eğlenebildiklerini anlamaya çalıştık. Sonuç olarak Oya'nın yorumu "kızlar zaten hiçbir zaman bu kadar eğlenemez" oldu. Ben de güldüm. Bunu daha sonra düşünürüm, çok da hoş birşey değil bu. Aslında bunun tavla oynarken konuştuklarımızla da alakası var. "Biz ve bizim gibi kadınların erkeklere göre neden bu kadar çok derdi var? Meditasyondu, kişisel gelişimdi, yogaydı falan filan neden genelde kadınların ilgi alanına giriyor? Biz neden rahatlamayı bile bir problem haline getiriyoruz? Bizim (nasıl olacak da olacak derken) hiçbir zaman çocuğumuz olmayacak mı?" ana konularımızdı. Düşündük konuştuk uzaklara baktık tavla oynadık. Ben yendim:) Tavla konusunda çok hırslıyım. Yenilseydim problem çıkarırdım. İnsanlara tavsiyem gerekirse bana bilerek yenilsinler.


Bizim balkonumuz yaz kış insanı (masayı, örtü, mörtü ne varsa) yerden yere vuran bir rüzgara maruz kaldığı için hafiften dayak yemiş gibi olduk.



Bahçeye yayıldık. Çimlerde çıplak ayakla dolaştım. Enerji boşalttık. Keyiflendik. Acıktık. Rüzgardan korktuk, yemedi, havuza girmedik. Bertoş beni yine havuzda göremedi:)


Mangal yaptık. Açlık giderdik. Löp löp etleri yuttuk. Damarlar tıkandı, hayvanlar öldü. Biz bira içip keyiflendik.



Oldukça keyifli bir pazar geçirdiğimiz söylenebilir. Neden söylenmesin ki??? Bizim payımıza düşenler bizim almaya niyetlendiklerimiz değil mi? Bu kadar keyifli olmaya aday pek çok pek çok günü zehir zemberek etmedim mi kendime???


30 Haziran 2007 Cumartesi

Özlem Tekin

Canım ya................



Ben bu kıza bayılıyorum. Akşamları gelsin bize 2 bira içelim. Kahve yapalım. Şebnem'i, Pamela'yı falan çekiştirelim istiyorum. Sahilde köpeklerimizi gezdirelim beraber. Pek şeker bir insan yahu.



Bush oğlu Bush

Bu konuda söylenecek çok şey var tabi. Ama söylenmesi gereken herşey zaten söylendi. Bkz. Fahrenheit 9/11. Şimdi bana soruyorlar "oyunu kime vereceksin??". Oyumu kime verirsem vereyim Amerika'ya gideceğini hissediyorum. Bu psikolojiyle de oy vermek istemiyorum. Ama işte meclis Türkiye'yi yansıtmıyor vıt vıt vıt.. Yansıtma ihtimali var mı ki??? Türkiye elden gidiyor diye car car ötenler sanki puşt Bush'un istekleri dışına çıkabilecekler.




Mel-Julia Komplo Teorisi

Saçma sapan bir sayfa bir buldum. Gecenin bir yarısı olmuş. Sıcaktan yatak odasına girilemiyor. Ivır zıvırla uğraşmak için ideal bir zaman. Sayfada face recognition diye birşey var.




Julia Roberts'ım ben. 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Kocişmonumun bir resmine Cindy Crawford çıktı. Zaten enteresandır Bahadır'ın sekiz ünlüsünden dördü kadın.



Aile Gibisi Yok






Bu psikopat manyak çocuk benim canım abimin kızı, benim yeğenim. Çok kıymetlimiz, bir tanecik Aslı'mız... Sinir küpü, menepoz bir bebek. Çok seviyoruz onu.



Aslıcığımı düşünmek beni genelde ama özellikle de bu gece çok hüzünlendiriyor. Ailem Konya'da ben Bursa'da yaşadığım için Aslımın diş çıkarmasını ben göremedim, ilk adımlarını, ilk anne demesini ben duyamadım. Bu gece özel çünkü canım kardeşim Arzu'mu bu gece otobüse bindirdik Konya'ya gönderdik. 1 haftadır bizimleydi. Şimdi o gidince ev boş gibi oldu. Ben de oturdum fotoğraflarımıza bakıyorum.








Bu da geçen haftasonundan "ben de yemek yapabilirim, benimde blogum var, fotoğrafını çekerim, oraya da koyabilirim" psikolojisiyle çekilen, gururlu ve de mutlu bir fotoğraf. Zavallı dolmalar biz havuza gireceğiz, güneşleneceğiz diye heba oldu. Kırk yılın başında bir yemek yaptım, onu da yaktım. Yengeçlerin yüz karasıyım.... Halbuki pişmeden önce ne kadar güzel görünüyorlardı bakınız....







Tencereyi halının üzerine koyup fotoğrafını çekme fikri aşırı derecede sanatçı ruhlu olan kocacığıma aittir. Manyak oldu gerçekten.... Sonuç olarak dolmalar yandı.






Ben de bahçede beni oyalayanları cezalandırdım. Adalet yerini buldu. Bu da çizgi roman gibi oldu böyle.

27 Haziran 2007 Çarşamba

Pişik Kremi

Sıcak... Çok sıcak, 100 yılın 200 yılın 70 yılın her neyse en sıcak yazı falan filan... Ama çok sıcak... Dün gece saat 3 gibi uyandım sıcaktan delirerek. Kocişmonu uyandırdım şaşkınlıktan o kadar sıcak ki... Haftasonu bol bol güneşlendim, zaten tenimin altı güneş ışını deposu, tenimin üstü mora yakın bir renk( bronzlaşmayı, koruyucu krem sürmeyi, gölgede oturmayı beceremiyorum). Yeter artık daha fazla güneş ışını istemiyorum derken bugün isteğim oldu. Çok sıcak evet anormal sıcak ve kapalı bir hava. Kabus üstü kabus.

Ve sabah saat 9.00 annem arar. Hiç alışkanlığı değildir o saatte aramak. İyi misiniz? Bütün gece sizinle alakalı kötü rüyalar gördüm. Birşey mi var??? Anne işte evet var, biz de uyuyamadık. Sıcak çok sıcak.......

21 Haziran 2007 Perşembe

My Best Friend's Wedding

Süper süper süper bir haftasonu geçirdik. En önemlisi İstanbul'daydık. Aslında belki de en önemlisi bu değil. En önemlisi bizim İstanbul'dayken hissettiklerimiz. Yani İstanbul+biz. İstanbul'da milyonlarca kişi haftasonu geçirdi. Ama bizim gibi değil. Çünkü İstanbul bizim en yakın arkadaşımız.

İstanbul'u çok sevdiğim çok açık. Sevgili kocişmon da çok seviyor. "Yok abi İstanbul'da yaşanmaz"ları yemiyorum. Hastası işte. "Gençleştiğimi hissediyorum" deyip durdu.

Peki nasıl bu kadar mutlu olunur??? Aydınlanmak isteyen ruhlara tavsiyelerimi anlatıyorum hemen. Öncelikle çok aşık olun. Çok isterseniz evlenin. (olmasa da olur) Çok sevdiğiniz bi adam varsa feribotta yenen pizza ve su böreği Cuma akşamı için ideal menüdür bence. Sevdiğiniz adamın omzuna yatıp Yiğit Özgür okumaktan daha eğlenceli bir haftasonu aperatifi düşünemiyorum. Mudanya-İstanbul arası 75 dakika. (İDO ya sevgiler) Al sana muhteşem haftasonu hediyesi. İlk defa İstanbul'a bu kadar kolay gitmişim. Daha ne?? (Ama çok soğuktu. Klima abanması yaşadık. Popomuz dondu.) İstanbul'a gidilir Taksim'e uçulur. Aranması gereken insanlar belli. 30 dakika toplanmak için çok bile. Geç saatlere kadar içilir. Gülünür. Ertesi gün hatırlanmayacak bir milyon şey konuşulur. Yeni insanlarla tanışılır. Hayat ne güzeldir.

Cumartesi çok içmekten kaynaklı geç kalkma yaşandı. Beşiktaş'ta avarelik yapıldı. Cumartesi gecesi için düşündüğüm en iyi plan olmasa da bir arkadaşımızın düğününe gidildi. Düğünleri hiç sevmem. Şimdi bakıyorum da kendime hayret ediyorum onca tantanayı (hem de başrolde) nasıl yaşamışım... Zorlama zorlama zorlama gelir düğünler bana. Her türlüsü davul zurna olsun, kır olsun, Çırağan'da olsun, nefesli üçlü olsun, yemekte bilmem ne bilmem ne olsun, paraşütle atlarken olsun, hepsi zorlama... En güzeli bence düğün falan olmasın. Ama gitmek gerekiyor işte. Gittik. Düğün hakkında başka birşey söylemek gelmiyor içimden. Düğünden sonra gidip yattık mı ??? Hayır!!!! Canım canım pek bir kraliçe arkadaşım Ekşi Limon denen garip bir yerde sahne almakta. Koş koş oraya gittik. Benim arkadaşım en güzeli. Benim arkadaşım en yeteneklisi. Sanki küçük kızım anaokulda ilk müsameresine çıkmış gibi tuhaf duygularla ve tabi ki bol bol eğlenerek süper bir gece geçirdik. Fundamentalist olduk. Artık bilemeyeceğim saat kaçtı gün yavaş yavaş ağarıyordu. Sokaklarda süper keyifli yürüyorduk kocişmonla yatağa doğru.

Peki soruyorum size!!!!! Biz zevkinde keyfinde sefahat düşkünü alkolikler miyiz??? Hayır hayırlı evlatlarız biz. Pazar günü ailecek Kız kulesinde babalar günü kutlamamızı da yaptık nefis oldu. Levrekleri yuttuk. Biralara uzaktan baktık dediysem de bir tanesini zor içtik demek istedim. Üsküdar'ın ağzına tükürmüşler. Başımız ağrıdı. Neyse efenim hayır dualarımızı alıp yollara çıktık yine. Lanet olası IKEA'ya.

Haftasonumuzun tek kötü yanı ikea'ydı. Ne zamandır İkea'ya gideceğim, şezlong alıp keyif yapacağım diye hayaller kuran ben çok fena bir hayal kırıklığıyla kendime geldim. Ikea'da bahçe mobilyası diye birşey yok. Pek fena oldum. Zor atlattım.

Sonra da efendim tuttum kocamın elinden evimize döndük. O gece İnfazcı mı neydi öyle bir film vardı. Onu seyrederken koltuklarımızda uyuyakalmışız çok afedersiniz. Haftasonu yorgunluğu deliksiz uyku olarak geri döndü bize.

Sonuç; iyi arkadaşlar çok çok çok önemli, İstanbul çok çok güzel, Nuray'la Emre evlendi, Nazan'ın bebeği oldu, Meriç hamile, insan sevdikleriyle beraber mutlu.

14 Haziran 2007 Perşembe

Pompa

Bu yazma işi göründüğü kadar kolay değil gerçekten. Öyle dolu zihin bir insan oldum ki, kafamdaki herşey dışarı çıkmak için itişiyor ve bir yerlerde sıkışıp hiçbiri çıkamıyor. Böyle bir hastalık varsa (dimağ tıkanması) ben galiba onu yaşıyorum.

9 Haziran 2007 Cumartesi

Kalp Kanseri Yengeç

Bu sabah uyanır uyanmaz kocişmonumu tehdit ettim. Dün gece kafamı bu kadar karıştırmaya çalışmamda onun da katkısı oldu mutlaka. "Hastayım beeeenn!!!" diye eve gelir gelmez kendini yatağa atıp 15 saat uyuyan her erkek karısında bi "n!aaaaaptım beeeeen?????" duygusu yaratır. Zaten bütün gün evdeki temizlikçi kadına sinirlenip gidip gidip çikolatalara saldırıp Sims oynayıp bol bol kahve içip kendimi olası bir patlamaya hazırlamıştım. Kadını sepetleyip evde rahat bir nefes alıp Avrupa Yakası'nı seyredip kendime gelecektim ki kocişmon geldi, yattı, laflarım ağzıma tıkıldı. Oturdum yine bilgisayarın başına (Desperate Housewives).

Neyse tehdit diyordum. Özel hayatımızı ifşa etmekle tehdit ettim onu. O da yapma ya yemek tarifi versen olmaz mı dedi. Olmaz dedim. Canım özel hayatımızı ifşa etmek ister. Kayınvalidemi çekiştirmek ister. Annemin arkasından konuşmak ister. Birileri de beni anlasın ister. Ama son kısmın hayal olduğunu da bilir.

Aslında ben çok lanet bir insan falan değilim. En büyük kusurum kanser burcu olmam. (cancer-yengeç felan işte.) Kendimi yeme huyumun olması olması. 29 yaşını doldurunca bir yaş dönümü olacakmış. O zaman adam olurum belki. Bir de 30 dan sonra insan yükselenine geçer durumu var ki o daha da beter. Tıslayan bir akrep olmak istemiyorum. Yengeç bile daha iyidir.

8 Haziran 2007 Cuma

KAÇÇÇ



Gerçekten Kaçasım Var...


Özlem Hanım speaking

Tamamen tesadüf...

Üniversitede bir sene aynı evde kaldığım arkadaşımın (benim gibi lanetli yengeç burcudur kendisi ama daha az lanetlilerinden) "nefis blog"uyla karşılaşmam...

Bir gün öncesinde "Bridget Jones'un Günlüğü"nü tekrar okumuş olmam...

Kilo vermek uğruna günlerce aç kalmam, bir gece bir mangal sefasıyla herşeyin eski haline dönmesi...

Hayatımın neden "isteyip de yapamadıklarımın bir listesi" haline geldiğini sıkça düşünür olmam...

Bir arkadaşımın dergi çıkarma çabalarında olması, yanıbaşımızda "yaz tatiline girerken saçımıza başımıza ne yapsak acaba?" tarzında da olsa yazılar yazmaya çalışıyor olması ve benim ona belli etmesemde fena halde özenmem...

Bunlar tesadüf...

Aman ne büyük tesadüf demeyin. Ben trajedi yaratıcı, acı büyütücü, hayat zorlaştırıcı, durum komedisi bir insan haline geldim. Yine kendimin kendimin üstüne üstüne gittiğim bu günlerde içimi boşaltacak mecra arayışındayım.

Hiçbir zaman kendimi ifade edebilen bir insan olamadım. Burada da çok ifade edebileceğimi zannetmiyorum. Zaten yazmayı da beceremiyorum. Bunu böyle bir nevi iç yıkama (dışını boşver) olarak düşünmek istiyorum. Ve düşünüyorum da...Gittiği yere gitsin işte.